Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Rusya-Ukrayna savaşının nereye evrildiğini ve buna bağlı olarak dünyadaki gelişmeleri yorumladı.
Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Rusya-Ukrayna savaşının nereye evrildiğini ve buna bağlı olarak dünyadaki gelişmeleri yorumladı.
Rusya ve Ukrayna savaşında hangi tarafta olunmalı?
Batı, renkli devrim arayışında mı?
Çin’in yaşanan gelişmelerdeki yeri ne?
SSCB ile bugünkü Rusya arasında bir süreklilik var mı?
TKP’nin tutumu “eşit mesafe” olarak tanımlanabilir mi?
Emekçilerin savaş gündeminde rolü ne olacak?
Eskiden “ne Amerika ne Rusya, tam bağımsız Türkiye” diye bir slogan vardı. Bu sloganı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne düşmanlığın kılıfı olarak yaratanların bir bölümü bugünün Rusyası’nın fanatik savunucusu durumuna geldi. “Ne şu, ne bu” tavrı siyasette genellikle anlamsız ve etkisiz bir konumlanıştır. Devrimci mücadelede her zaman taraf olmak gerekir. Tartıştığımız örnekte de taraf olmak mümkündür. Bugün Ukrayna’da yaşananlarda tarafların bugünkü NATO’cu, hatta neo-faşist Ukrayna yönetimi ve onunla hareket eden Ukrayna milliyetçileri ile dünya sisteminde hegemonya mücadelesi veren kapitalist Rusya olarak belirginleşmesi, uluslararası işçi hareketinin bir zaafı, dünya komünist hareketinin ise tarihsel bir ayıbıdır. Rusya ve Ukrayna, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bünyesinde barış ve kardeşlik içinde yaşayan iki unsurdur, Çarlık Rusyasından Sovyetler Birliği’ne giden süreçte bu iki ulus bağrından kalburüstü devrimciler çıkarmış, güçlü işçi hareketlerine yataklık etmiştir. Bugün inanılmaz gibi gözükse de, Rusya ve Ukrayna’daki emekçilerin ortak çıkarları vardır ve kendini asıl ifade etmesi gereken taraf budur.
1914’te Birinci Dünya Savaşı patladığında da bütün ülkelerin işçileri birbirlerini boğazlamakla meşguldü. Ancak 1917’den itibaren bütün ülkelerin işçileri ortak bir zeminde hareket etme yeteneği kazandıkça asıl taraflaşma işçiler ve ezilen halklar ile emperyalist dünya arasında şekillendi. Güncel durumu bu kadar kolay kabul edecek olsak dünyada hiçbir devrimci dönüşüm gerçekleşmezdi.
Ulus kavramı bir dizi parametreyi aynı anda değerlendirmeyi gerektirir. Irklara ilişkin tamamen uydurulmuş bir öyküden hareket ederseniz başka sonuçlara, salt ekonomiden hareket ederseniz başka sonuçlara, siyasi-ideolojik-kültürel süreçleri esas alırsanız farklı sonuçlara ulaşırsınız. Sonuçta kim ne derse desin ve hangi “yapay”lık yakıştırılırsa yakıştırılsın, Ukraynalılar başka birçok örnekte olduğu gibi 19. yüzyıldan itibaren hızlı bir uluslaşma süreci içine girdi. Slavlar tek bir ulus mudur ya da sadece Kuzey ve Güney Slavları olarak mı ayrışırlar gibi sorular, Rus Devrimi’nin yükselişe geçtiği hem 1905 uğrağında hem de başarıya ulaştığı 1917’de önemini yitirdi. Ekim Devrimi bu soruları başka bir yere taşıdı. Putin’in bizdeki Cumhuriyet düşmanları gibi bugün bütün sorunları 1917 Ekim Devrimi’ne bağlaması onun ideolojik ve sınıfsal karakteri nedeniyle şaşırtıcı değil ama bir noktadan sonra saçma hale geliyor. Ukrayna ve Rusya Sovyetler Birliği zamanında başka cumhuriyetler gibi, çok gelişkin bir başka üst kimlik sayesinde, eğer kesintiye uğramasaydı çok özel ve yeni bir halkın, çok kültürlü bir Sovyet halkının inşa sürecinde ulusal ayrımların silikleştiği bir aşamaya gireceklerdi ve kısmen girdiler. Bu bağlamda Putin bugün “biz biriz” derken aslında farkında olmadan Sovyetler Birliği’ni yüceltiyor.
Kimin toprağından söz ediyor? Tarihe böyle bakarsanız, bizim Yeni Osmanlıcılarımız da çıkar “eeyy Vladimir, senin Karadeniz’de hiç kıyın yoktu bir zamanlar” deyiverir. Rus İmparatorluğu yıkıldığında çürümüş, zorba, gerici bir imparatorluktu. Ekim Devrimi gerçekleşmese, Sovyetler Birliği’nin kuruluş süreci olmasa, bugün Rusya Federasyonu sınırları içinde gözüken birçok bölgede “bağımsız” başka devletler kurulmuş olabilirdi. Parçalanma eğilimine giren bir imparatorluktan kaç devlet çıkardı onu bilemezsiniz.
Şu anda yok ama yarın bilemeyiz. Sonuçta sahada kapışan taraflar tekelci kapitalizmin uzantıları. Gerek Ukrayna gerekse Rusya’da muazzam bir eşitsizlik var. Bu eşitsizlik tüm topluma ait olan değerlerin yağmalanması ve ağır sömürünün sonucu. Bu toplumların uzun süre buna kayıtsız kalması mümkün değil. Kuşkusuz etnik, ulusal, dinsel, kimlikle ilgili karşı karşıya gelişler bu eşitsizliklerin üzerini örtüyor. Ancak eninde sonunda eski Sovyetler Birliği coğrafyası dahil olmak üzere, her yerde işçi sınıfı ayağa kalkacak.
Hemen her konuda aynı tarz soruyla karşılaşıyoruz. Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında tercih yapmamızı isteyenler de benzer bir soru yöneltiyorlar. Çok açık söyleyeyim, burada tek ama tek bir kriterimiz var: Hangi tutum, hangi öncelikler gerçek bir taraflaşmanın önünü açar. TKP verili, görünen taraflaşmaları kabul etmiyor. Ancak bugünkü taraflaşmada elbette bağımsız bir devrimci seçeneğin yükselmesine yardımcı olacak ya da bu açıdan olumsuz diyebileceğimiz gelişmeleri ayırt etmek durumundayız. Şu anda olabilecek en tehlikeli gelişmelerden biri NATO’nun bu süreçten güçlenerek çıkmasıdır. TKP açısından da, bir NATO üyesi ülkede mücadele ettiğimiz gerçeğini de hesaba kattığımızda, öncelik NATO’ya karşı mücadeledir. Bu, mevcut gerilimde tarafız anlamına gelmiyor. TKP tutumunu baştan beri ortaya koydu. Bugünkü Rusya’nın güçlenmesi işçi sınıfı açısından istenir bir olgu değil. NATO’yla mücadelenin devrimci bir perspektifle yürütülmesi gerekiyor. Zaten hep söyledik, NATO askeri olarak yenilgiye uğrayacak bir yapılanma değil.
Rus ordusu ile Ukrayna ordusu arasındaki fark için bir şey demeye gerek bile yok. Konu sadece askeri güç açısından değerlendirildiğinde tartışacak bir şey bulunmuyor. Ukrayna’nın kurumsallaşmış, bütün unsurları tamamlanmış bir ordusu yok. Ancak savaş siyasetin bir uzantısıdır. Bir sürü parametre hesaba katılmak zorunda. Zaten bugünkü karşı karşıya geliş Rusya ile Ukrayna arasında değil. Herkes biliyor ki, Rusya ile NATO Ukrayna zemininde çatışıyorlar. Askeri dengelerin dışında birçok noktaya bakılması gerekir.
Üzerinde en fazla durulanı o. Rusya bugünkü emperyalist dünyada askeri gücü ile ekonomisi arasında en fazla açıya sahip ülke.
Emperyalizm bugün bir dünya sistemidir ve kapitalist bütün ekonomiler onun parçasıdır. Ve bütün kapitalist ülkeler orada daha güçlü bir konuma gelmek, daha fazla pay elde etmek için çaba harcarlar.
Hayır. Ancak tekelci kapitalizmin artık bir kural haline geldiği çağımızda bağımlılık gibi kavramlar dikkatli kullanılmalı. Evet en güçlü emperyalist ülkelere sürekli kaynak aktarılıyor ama burada masum ya da mazlum kapitalizmin kırıntısı dahi yok. Her kapitalist ülkenin emperyalist diye nitelendirilmesi her açıdan büyük bir hata, böyle bir şey olamaz. Ancak kimilerinin yaptığı gibi tek bir parametre üzerinden bir değerlendirme yapmak da büyük bir hata. Emperyalizm sadece sermaye ihracı miktarına ya da finans kapitalin gücüne göre kullanabileceğimiz bir kavram değil. Emperyalizm bir dizi etmen sonucu elde edilen, ulaşılan bir konum. Bu etmenler nicel büyüklüklerle ülkeleri bir sıralamaya sokmaya izin vermeyecek kadar karmaşıktır. Bir ülkenin emperyalist olup olmadığını belirleyebileceğimiz bir somut sınır, ölçek yok. Şunu bilmemiz gerekiyor. Belli bir gelişmişlikte olan bütün kapitalist ülkeler bir emperyalistleşme eğilimi içindedir. Türkiye dahil. Ancak bir ülkeye emperyalist demek sonuçta siyasi bir yaklaşım da gerektirir. TKP yıllar önce, tüm partide sürdürülen tartışmaların sonrasında ayrıntılı tezler yayınladı. Konunun ekonomik boyutlarını irdeledikten sonra bir ülkenin emperyalistleşme eğilimiyle onun böyle adlandırılması arasındaki farkın başka ülkelerin ekonomik, siyasi, toplumsal süreçlerine müdahale etme ve o ülkede bu süreçlerdeki dengeleri değiştirme yeteneği olduğunu vurguladık. Bu son derece önemli bir kriter. Efendim Rusya’nın bankacılık sistemi çok zayıf; Rusya sermaye ihraç eden ülkeler sıralamasında çok gerilerde gibi argümanlar yetersiz ve emperyalizm kavramına ilişkin son derece mekanik bir yaklaşımın ürünü.
Türkiye Komünist Partisi bir düşünce kuruluşu değil, bir siyasi parti. Bilimsellik bizim açımızdan elbette önemli, hiçbir siyasi yaklaşımımız nesnel gerçekliğin inkarı üzerine kurulamaz. Ancak bazı adlandırmalar siyasetin konusudur. Faşist, emperyalist gibi tanımlar beraberinde başka bazı sonuçlar da doğurur. Biz bu kavramları rastgele kullanmaktan kaçınıyoruz. Türkiye ve bölgede ABD emperyalizminin ve onun müttefiklerinin varlığını ve yarattığı tehlikeyi hafifsetecek hiçbir tutum geliştirmeyiz. Bir örnek vereyim, İtalyan emperyalizmi hiçbir biçimde masum değildir, bir gerçektir. Ancak biz Avrupa’daki emperyalist ülkelerden söz ederken öncelikle Alman, İngiliz ve Fransız emperyalizminden söz ederiz. Bu tercih yalnızca ekonomik kriterlerle yapılamaz. Düpedüz siyasal bir işlemden söz ediyoruz. Eğer siyaseti biraz olsun geriye çekeceksek Rusya emperyalist bir ülkedir. Ancak TKP siyasal çalışmalarında bugün Ukrayna’daki karşı karşıya gelişin emperyalist sistemde bir hegemonya mücadelesi olduğunu söylüyor ama özel olarak Rus emperyalizmi demiyor.
NATO’ya odaklanmak gibi bir görevimiz var. Çünkü bugün “Rus emperyalizmi” söylemde öne çıktığı andan itibaren NATO’nun hamlelerini meşrulaştıracak kadar kirli bir siyasi-ideolojik iklimle karşı karşıyayız. Bu tuzağa düşmeyiz. Bizim için şu yeterli: Rusya’daki egemen sınıflara ve bugün Rusya’daki toplumsal düzene karşı açık bir konumlanış. Başta Rusya’daki devrimciler olmak üzere, dünyanın hiçbir yerinde sol adına, devrimcilik adına bu konumlanıştan vazgeçilemez.
Bunu herkes söyleyebilir. NATO’nun, ABD’nin de demagojisi bu değil mi? “Güvenliğimizi sağlıyoruz”. Bütün işgaller ya da askeri müdahaleler benzer gerekçelere sığınarak hayata geçirilir. “Güvenlik tehdidi var”, “ülkemize saldırı düzenleniyor”, “önce onlar saldırdı”, “soydaşlarımız katlediliyor”, “burası aslında bizim”… Bizim bakmamız gereken yer bu mudur? Marksizm, Lenin sayesinde bütün bu saçmalıkları reddetti, “kim haklı” sorusunun kapitalist dünyada anlamsızlığını ortaya koydu. Bu kazanımı terk edemeyiz. Sınıfsal bakmadığınız anda görme yeteneğinizi tamamen yitirirsiniz. Bugün Ukrayna milliyetçileri “işgale uğradık biz mazlumuz” diye ortalıkta cirit atabiliyorsa, dünün faşistleri bugün işgale karşı savaşan yurtseverler kılığına girebiliyorsa bütün bu hak hukuk, güvenlik meselelerini çöpe atmakta yarar var. “Rusya” diye bir özne yok. “Ukrayna” diye de bir özne yok. Rusya’daki egemen sınıf, Ukrayna’daki egemen sınıf, gerçekte aktörler bunlar. En büyük sorun bu adlandırmalar. Rusya’nın bütün sınıfları kesen, ortaklaştıran tek bir çıkarı yok ki! Kimileri Rusya’nın, SSCB dönemi dahil olmak üzere, bir sürekliliği olduğunu sanıyor. İmparatorluk Rusyası, SSCB ve Rusya Federasyonu. Hadi buraya 1917 Şubat-Ekim dönemi Rusyasını da ekleyelim. Burada bir süreklilik olduğunu söyleyen herkes egemen sınıfların dilini konuşuyor demektir. “Rusya’nın sıcak denizlere inme sevdası” söylemi örneğin bu dilin ürünüdür. Bir komünist olarak SSCB ile bugünkü Rusya arasında bir süreklilik olduğu iddiasını kabul edemem, edemeyiz.
NATO verdiği hiçbir sözü tutmadı ve doğuya doğru genişledi. Bu kesinlikle doğru. Ancak bu sözlerin verildiği masanın da hiçbir meşruiyeti yoktu ki! Demokratik Almanya’nın emperyalist Almanya tarafından yutulması dahil olmak üzere, Garbaçov liderliğinin Sovyetler Birliği’ni yıkılışa götüren süreçteki adımları uluslararası hukuk açısından en hafifinden şaibeli, tarihsel açıdansa gayrı meşrudur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya Federasyonu uzun bir süre NATO ile işbirliği üzerine kurulu bir dış politika yürüttü. NATO o zaman bugünkünden daha az saldırgan değildi. NATO Rusya’ya “dost”ça yaklaştığında farklı, “düşmanlık” ürettiğinde farklı bir örgüt olmuyor. Sonuçta Rusya bölgede hegemonya kurmak ve bu bölgeyi genişletmek istiyor, ABD ise NATO’yu kullanarak Rusya’nın etki alanını sınırlandırmanın peşinde.
Her şeyden önce hatırlamalıyız ki, 1991’deki karşı devrimin önde gelen güçleri ve Sovyet toplumunun zenginliklerini yağmalayarak hızla zenginleşen Rusya ve diğer cumhuriyetlerdeki yeni yetme kapitalistler batılı emperyalist ülkelerle derin siyasi ve ekonomik bağlar kurmuşlardı. Buna ekonomik ayrıcalıklar elde eden ya da zengin sınıflara eklemlenen sivil ve askeri bürokrasiyi de ekleyelim. Bu toplamın içinde açıkça ajanlaştırılanlar olduğunu biliyoruz. Yabancı şirketlerin de yağmalanan SSCB coğrafyasından pay almak için hızlı bir giriş yaptığını unutmayalım. 1993 Ekiminde Rusya’da Anayasal bir kriz ortaya çıktığında ve karşı devrimin yeni bir devrimci dalga ile süpürülmesi riski ortaya çıktığında ABD’den İsrail’e, Almanya’dan İngiltere’ye birçok ülke devreye girdi ve böyle bir gelişmenin yaşanmaması için her tür bağlantıyı kullandı. Sonra doğal olarak Rusya’nın iç dinamikleri harekete geçti. Rusya bir kukla devlet olamayacak kadar büyük bir güç. Dolayısıyla ilk kuralsız sermaye birikim dönemi bittikten sonra ekonomiye kısmen bazı düzenlemeler getirildi ve batılı emperyalist ülkelerin Rusya’yı yönlendirme yeteneği ciddi oranlarda kısıtlandı. Ancak Rusya’da sermaye sınıfının dünya sistemine entegrasyon düzeyi bazen fazla hafife alınıyor. Oligark tanımlamasıyla vitrine taşınanlar dahil olmak üzere, Rusya’da egemen sınıf içinde batılı emperyalist ülkelerle yaşanan gerilimlerden açıkça rahatsız olan çevreler olduğu gibi Putin yönetiminin açılımlarından mutlu olan ama bir yandan da bu açılımlardan zararlı çıkma riskini de azaltmak için farklı seçeneklere de yatırım yapanlar olduğu ortada.
İzin verirsen, önce az önce söylediklerimin uzantısı olan bir gerçeğe işaret edeyim. Bugünkü Rusya NATO karşıtı değildir. NATO karşıtlığı sınıfsal ve ideolojik bir pozisyon olabilir ancak. Bugünkü Rusya NATO’nun Rusya’yı kuşatma hamlelerine karşıdır. Yakın geçmişte bu hamlelerden vazgeçilmesi durumunda Rusya’nın NATO ile işbirliği içine girebileceğini ima eden sayısız resmi açıklama vardır. Daha ilginci, ABD ve NATO içinde, asıl büyük dert olan Çin’e karşı Rusya’nın işbirliğinin gerektiğini açıkça söyleyenlerin varlığıdır. Rusya ile Çin’in yakınlaşmasını durdurmak, bir ittifakın kurulmasını engellemek ABD’nin önceliğidir.
Bunun tek bir nedeni yok. Ancak emperyalist dünyada rasyonel karar verme yeteneğinin epeyce azaldığını hatırlatarak başlayalım. Sonra birden fazla çelişki ve karşı karşıya gelişin yaşandığını, sistem içi rekabetin iyice kızıştığını söyleyebiliriz. NATO içi çelişkiler azalmıyor ve tek bir kaynağı yok. Bir bütün olarak NATO içinde (hatta buna en Amerikancı bilinen İngiltere’yi de katabiliriz) ABD hegemonyasından ya da bunun sonuçlarından rahatsız olmayan hiçbir ülke yok. Sonra çok uzun süredir ekonomik gücünün hakkını almak isteyen Almanya var. Kıtada Almanya ile rekabet halinde olan ama zaman zaman ABD’ye karşı onunla ortak hareket eden Fransa var. Her biri başka bir yöne bakan eski sosyalist ülkeler var. Ayrıca Rusya’nın direncinden, batı ile işbirliğinin koşulu için istediği paydan, Çin’in oyun bozma yeteneğinden söz etmeliyiz.
Ben bu seçeneğin hâlâ güçlü olduğunu düşünüyorum. Hatta Ukrayna’daki savaş öyle gelişmelerin önünü açabilir ki, Rusya Federasyonu NATO ile partner haline gelebilir. Kuşkusuz bu tek ve en güçlü olasılık değil ve bu olasılığın gerçekleşmesi zaman alacaktır.
Bunun için uğraşıyorlar. Ancak Rusya ile NATO arasındaki bir yakınlaşma için illa bugünkü yönetimin değişmesi gerekmiyor. Aşırı pragmatik bir tarzı var bugünkü yönetimin. Belli güvenceler aldığında ve bugün sahada elde ettiği kimi kazanımları kabul ettirdiğinde Rusya’nın batı ile gerilimlerini azaltma ve belli başlıklarda işbirliğine gitmesinin önünde ne sınıfsal ne ideolojik bir engel var. Ekonomik açıdan ise zaten tersi geçerli. Ayrıca Rusya’nın Çin’in elde ettiği güçten rahatsız olduğunu, hatta çekindiğini, önlem almaya çalıştığını biliyoruz. İşin gerçeği Çin yönetimi de Rusya ile yakın işbirliğinin kırılgan olduğunun bilincinde. Uluslararası ittifaklar sisteminin bir süredir dağıldığını ve yeni bir sistemin kurulamadığını görüyoruz. Bu karmaşada farklı taraflaşmalar gündeme gelebilir.
Açıkçası, Rusya’nın Lugansk ve Donetsk’i tanımasından ve Ukrayna’ya askeri müdahalesinden önce ABD yetkilileri ısrarla ve bazı ayrıntılar vererek Rusya’nın Ukrayna’ya gireceğini söylüyordu. Putin de ısrarla böyle bir niyet ya da hazırlıklarının olmadığını belirtiyordu. Dünyanın en haksız ülkesi ABD’yi haklı çıkardı Putin! NATO’ya ciddi bir meşruiyet alanı açılmış oldu. İşte Sovyetler Birliği ile Rusya arasındaki fark. 1922-1991 arasında Sovyet dış politikasında yalana, aldatmaya yer olmamıştır. Özellikle “şeytanlaştırılan” Stalin döneminde. Tek istisna Hruşçov’un tüm dünyanın önünde Küba’ya nükleer silah konuşlandırmadıklarını ilan etmesidir. Bu elbette büyük bir yalandı. Yalan emperyalizmin vazgeçilmez silahıdır. Putin’in inkarına rağmen ABD’nin Rusya’nın Ukrayna’ya gireceğini önceden öğrendiğini varsayabiliriz. Bu aynı zamanda ABD istihbaratının Rusya’daki etkisi açısından da önemsenmeli. Ayrıca Ukrayna’ya uçak, tank gibi silah sistemleri değil, özellikle bir işgal sonrasında gerekli olacak silahların verilmesi, bu açıdan ciddi bir örgütlenme ve hazırlığın yapılması, belli bir planla hareket edildiğini gösteriyor. Ancak Rusya da bunları bilecek kadar güçlü bir ülke, ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki hazırlıkları en ince ayrıntısına kadar bildiğini unutmayalım. Bile bile lades dendi, bence tuzaktan söz etmek bu koşullarda saçma.
Ortalıkta dolanan bilgi ve verilerin tamamına kuşkuyla yaklaşmak gerekiyor. O kadar teknoloji gelişti, yaşamım boyunca bu kadar az bilgi hatta görüntü servis edilen başka bir silahlı çatışma görmedim. Görüntü çok ama bunlar hep detay. Herkes psikolojik savaşa uygun hareket ediyor. Ölen sivillerin görüntüsü çok etkili ama savaşın gidişatına dair bir fikir vermiyor. Bakın daha ilk günlerde Kiyev’e paraşütçülerin indirildiği ileri sürüldü. Bunlar nerede? Kim görmüş, kim çekmiş? Yok. Ama bu haberler ciddi sanılan medya kuruluşları tarafından yayıldı. Odessa’ya çıkarma yapıldığı… Nerede bu kuvvetler? Bu görüntüler nerede? Ama bunlar haber diye servis edildi. Bir başka gariplik, Kiyev yakınlarındaki 64 kilometrelik Rus konvoyu. On gün oldu bundan söz ediliyor. Biri tuttu 64 km dedi, herkes tekrar ediyor. İlk önce zırhlılardan oluşuyor dendi. Servis edilen görüntülerde araçlar birbirine yakın duruyorlar. Bir Rus tankı, ister T-72, ister T-80, top namlusuyla birlikte kabaca on metre. Bu hesapla konvoy zırhlı konvoyuysa 2500-3000 tank demektir. Tabii ki olamaz böyle bir şey. Zaten görüntüler en fazla 2-3 kilometrelik bir uzunluğu alıyor, tamamı yok. Sonra lojistik dendi. Ama 64 kilometre öyle kaldı. Bugün NATO Kiyev yakınlarında günlerdir sabit duran bir konvoyda hangi araçların olduğunu en ince detaylarına kadar bilecek imkana sahip. NATO’yu geçtim, her taraftan istihbarat örgütlerinin uzantısı haline gelen batılı medya da bunu bilir. Ancak kesin olan bir şey var, Rusya Putin’in savaşın başlarında dile getirdiği tezlerle kaybettiği meşruiyeti kazanmak için daha temkinli davranıyor, Ukrayna ise NATO tarafından Rusya’yı yıpratma savaşına sürükleniyor.
Bir kere coğrafya olarak Ukrayna İkinci Dünya Savaşı’nda partizan direnişinin en yoğun olduğu bölgelerden biriydi. Ukrayna’da Nazilerle işbirliği yapan yaygın bir kesim olmasına rağmen. Deney var ve coğrafya var… Geniş ormanlar, sazlıklar… Putin istediği kadar Ukrayna diye ayrı bir ulus yok desin, Ukrayna’da hatırı sayılır bir milliyetçi toplumsallık var ve bu güçlendi de. Batılı emperyalistlerden ciddi destek geliyor. Ukrayna’nın bölünmesi bir olasılıktır, yönetimin değişmesi de… Ancak Rusya’nın bütün Ukrayna’yı kontrolü çok zor. Ülkenin Karadeniz’e çıkışını kapatıp, kendisine bağlı bölgelerin alanını genişletmesi de kolay elde edilecek bir hedef değil. Askeri açıdan kolay da, siyasi açıdan çok zor.
“Ukrayna diye ayrı bir ülke yoktu, zaten biz bir ulusuz” sözü bir başka ülkeye girmek için ortaya atılabilecek en tehlikeli tezdir. Ayrıca Putin daha savaş başlamadan önce İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan sınırları tanımadığını ima etmiş oldu. Son günlerde Rusya Dışişleri Bakanlığı buradaki tahribatı geri sarmak için çok çaba harcıyor ama çok zor. Ayrıca Rusya çok büyük yatırımlarla yarattığı ve gerek Avrupa gerekse ABD kamuoyunu etkilemede çok yol kateden medyasını büyük ölçüde yitirdi. RT ve Sputnik’in birçok ülkede yasaklanması Rusya’nın birkaç bin tankını yitirmesinden daha önemli.
Rusya’nın ekonomisi fazlasıyla kırılgan. Kırım’ın ilhakından sonra Rusya’nın ekonomik hacminde ciddi bir daralma yaşandı. Bunu sadece yaptırımlara bağlamak yanlış elbette. Ancak bugünkü yaptırımların Putin’in hem Rusya’daki sermaye çevreleriyle ilişkisini hem de toplumsal desteğini olumsuz etkileyeceği ortada. Öte yandan Avrupa’nın, özellikle de Almanya’dan başlayarak kıtanın doğusunun Rusya’nın enerjisine muhtaçlığını kısa sürede ortadan kaldırmak mümkün değil. Rusya satmak, Avrupa almak zorunda. Afrika’dan sıvılaştırılmış gazla telafi etmek kısa erimde, hatta uzun erimde pek gerçekçi değil. Ayrıca tedarikçilerden Cezayir bu doğrultudaki talepleri kabul etmedi. Rusya’nın da Avrupa’yı boş verip Çin’e satması da şu anda hemen devreye girecek bir seçenek olarak görülmemeli. Son tahlilde bu yaptırımlar elbette etkili olacak, Rusya karşı hamleler yapacak ama sonuçta en büyük zararı Rusya görecek.
Bu soruya geçmeden önce sona sakladığım bir meseleyi gündeme getirmek istiyorum. Ukraynalı faşistler yıllardır Kiyev ve diğer yerlerde Rusya yanlılarını ya da Rus kökenlileri katlediyor. Ve asıl katliam Donbas’ta gerçekleşiyor. Bir kez sayıları karşılaştırmaya başlarsak, tuzağa düşeriz. İnsanlar, büyük tekellerin, zengin sınıfların çıkarları uğruna ölmemeli. Ancak bugün Kiyev’de, Herson’da ya da başka yerlerde ölen siviller için ağıt yakan emperyalist medya iki yüzlü ve yalancıdır. Dahası yeni göçmen dalgası sırasında “sarışın” olmayanlara dönük ırkçı tutum, emperyalizmin nasıl bir ahlaki çürüme içinde olduğunun yeni bir kanıtıdır. Zelinskiy denen NATO’cu, neo faşisti halk kahramanı yapma girişimleri de sefilcedir. Sanatçılığını bilmiyorum, hiç izlemedim, izlemek de istemem ama Zelinskiy’nin alnının açık olabileceği tek sıfat komedyenliktir, bunun bir aşağılayıcı bir sözcük olarak kullanılması kabul edilemez ama onun dışında karşımızda adlı adınca bir emperyalist ajan durmaktadır.
Türkiye’ye gelince… Halkımız elektrik faturalarından sonra akaryakıta gelen zamlarla boğulmuş durumda. Akaryakıt demek, her şeyin pahalanması demek. AKP “ne yapalım dünya karıştı” demeye başladı ama bir noktadan sonra halk bunu kabullenmez ve iktidarı sorumlu tutar. Öte yandan evlere şenlik muhalefetimiz AKP’yi yeterince NATO’cu olmamakla eleştiriyor. Erdoğan kuşkusuz NATO’da örtülü bir biçimde rol üstlenmeye çalışıyor ama bunu ihtiyatla ve ekonomik-siyasal açıdan fazla riske girmeden yapmak istiyor. Demek ki muhalefet iktidarda olsa Türkiye daha da NATO’cu bir çizgi izlemeye kalkacaktı. Ülkeye bakın! Biz Türkiye’nin NATO’dan çıkması için mücadelemizi yoğunlaştırmak zorundayız. Yabancı üsler kapatılmalı, Türkiye’nin sınır ötyesindeki askeri varlığı sonlandırılmalı. “Sınırların değişmezliği” bugün emperyalizmi durdurmak için ısrarla sahip çıkmamız gereken bir ilkedir.
Türkiye’nin dış politikasında çok önemli değişikliklerin yaşanmakta olduğu, Mısır’dan İsrail’e, Yunanistan’dan Suriye’ye bir dizi ülkeyle yeni bir dönem açılmakta olduğu, Türkiye’nin öneminin hızla attığı iddialarını ise izin verirsen, gelecek haftaya saklayalım. Söyleyecek o kadar çok şey var ki. Şimdi sadece adet olduğu sürece komünist şair Nâzım Hikmet’i ağzına alma cüreti gösteren İsrail Cumhurbaşkanı’na bir çift laf etmek istiyorum. Nâzım’ın şiirleri insanlığı, ezilenleri, işçi sınıfını yüceltir; ama aynı dizeler emperyalistler, militaristler, sömrürücüler ve de siyonistler için öldürücüdür. Rahat bırakın koca şairi!
Kaynak: (BHA) – Beyaz Haber Ajansı